“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal, 
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”

 

Mahmûd Abdülbakî ve yahud daha bilinen ismi ve mahlasıyla merhum “Bâkî”, sadece 16. yüzyılda değil, yüzlerce yıl sürmüş bir geleneğin en hoş sadâsının sahibidir. Bâkî hakkında, 20. yüzyılın büyük edebiyat tarihçisi Mehmet Fuat Köprülü tarafından ileri sürülen görüş de şöyledir: “Fuzûlî’yi kendi müstesnâ ve erişilmez mevkiinde bir tarafa bırakacak olursak, umûmiyetle XVI. asrın en büyük Osmanlı şâiri sayılan Bâkî, Osmanlı şiirinin tekâmülü üzerindeki derin ve devamlı tesîri ile bu takdîre lâyık olduğunu isbât etmiştir (Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, T.İ. Ansiklopedisi, c. II, s. 247.).”

Onun sanat kudreti, bütün Osmanlı şairleri ve tezkireciler tarafından tasdik edilmiş; kendi çağında “Sultânü’ş-Şu’arâ (Şairler Sultanı)” olarak anılmış ve ölümünden sonra da mevkiinden indirilmemiştir. 16. yüzyıl Osmanlı Sahası Türk Edebiyatı’nın en büyük şairi olan merhum Bâkî, 1526/1527 yılında İstanbul’da doğmuştur. Bir saraç çırağı iken, camiilerdeki umumi derslere devam etmiş, babasından ve ustasından gizli, Fatih Medresesi talebesi arasına karışmıştır. Kısa zamanda medresenin en sadık talebesi olmuştur. Burada, artık gizlemeğe gerek görmediği, uzun ve hevesli bir talebelik hayatı yaşamıştır. Bâkî, bir yandan medresede okurken, bir yandan da şiir yazmaya başlamıştır. Daha bir takım değerli arkadaşların ve büyük müderrislerin yanında yetişerek, henüz 19 yaşında iken, aynı yaştaki İstanbul şairleri ve şiir heveslileri arasında önemli bir isim yapmaya başlamış; bu ilim ve sanat çevresinde kendisini tanıtmayı başarmıştır. Zekâsı ve fıtrî yeteneği ile de devrin üstat şairlerinin takdirini kazanmıştır. Bâkî’nin sanat kabiliyetini, önce, ihtiyar şair Zâtî (öl. 1545) fark etmiştir.

Kanuni cenazesi

Kanuni’nin Cenaze Töreni

İlim ve şiir yolundaki ihtiraslı çalışmaları ve gelişmesi ile Bâkî, kısa zamanda kendini asrın büyük ilim ve devlet adamlarına tanıtmaya muvaffak olmuştur. Türk tarihindeki en ihtişamlı devrin “Sultânü’ş-Şu’arâsı” olarak anılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü ile himayesiz kalan şair, bu ölüme hayli üzülmüştür. Bu büyük üzüntü, şaire ünlü “Kanûnî Mersiyesi”ni yazdırmıştır. Bu eser edebiyatımızda mersiye türünün şaheserleri arasındadır. Kanuni’nin ölümü, gerçekten de büyük şairin hayatındaki en ışıklı devri gölgelemiştir. Bâkî, söz konusu mersiyenin son iki bendini yeni padişah II. Selim ve zamanın nüfuzlu adamı Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’ya ayırmıştır. Beklediği ilgiyi görmeyen şairin ihtişamlı devirleri geçmeye başlamıştır. Bâkî, daha sonra ise çeşitli şiirleri ve yaptığı işler vesilesiyle tekrar himaye kazanmış, iltifat görmeye başlamıştır.

Selim’in ardından, Sultan III. Murad’ın tahta geçmesinden sonra da (1574) Sokullu’nun himayesi sayesinde, Bâkî‘nin mevkii sarsılmamış; hatta maaşı arttırılarak Süleymaniye Medresesi’ne tayin edilmiştir. Ancak ne yazık ki tayinden bir müddet sonra çeşitli iftiralarla azledilmiştir. Daha sonra Mekke Kadılığı, Medine Kadılığı, iki defa Anadolu kazaskerliği, bir yıl sonra da Rumeli kazaskerliği gibi görevlerde bulunmuştur. Bâkî, böylece, en büyük isteği olan şeyhülislamlık makamına yaklaşmış fakat bu dileğine kavuşamadan aynı yılın temmuz ayında emekli olmuştur. Her terfiden sonra bir defa azledilmesi, onun mesleki ve siyasi hayatının bir takım iniş çıkışlarla sarsılmasına neden olmuştur.

Bâkî, Sultan III. Murad’ın ölümü ve Sultan III. Mehmed’in tahta geçmesi (1595) üzerine tekrar umutlanmış, eskiden beri istediği şeyhülislamlığa gelmek maksadı ile sultana bir “Cülûsiyye”sunmuştur. Bunun karşılığı olarak, tekrar Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir. Bu büyük şairin gözünde, şeyhülislamlıktan başka bir şey yoktu. Söz konusu makama gelebilmek için, padişaha ve devrin büyüklerine kasideler sunmuş; hele ihtiyarlığında, kaybettiği veya ulaşamadığı mevkilere duyduğu ihtiraslar yüzünden bazı methiyelerinde sultana ve devlet büyüklerine adeta yalvarmış; hatta bazı entrikalara bile iştirak etmekten kendisini alamamıştır. Böylelikle sanatkâr, XVI. asırda bile, Kanuni gibi bir hükümdardan mahrum olmanın hazin kederini yaşamıştır.

Bâkî, bir aralık, bir ömür boyu hasretini çektiği şeyhülislamlık makamına yaklaşır gibi olmuş; kendisini himaye eden sadrazam, Bâkî’yi bu makama getirmeye çalışmıştır. Fakat bir taraftan medrese arkadaşı Hoca Sâdeddîn Efendi’nin rekabeti, öte yandan sadrazamın idam edilmesi gibi hadiseler, onun bu emeline engel olmuş, III. Mehmed bu makamı Hoca Sâdeddîn Efendi’ye layık görmüştür. (Rivayet odur ki, Bâkî’nin bu makama getirilmemesi hususunda şair mizaçlı oluşu da sebep gösterilir.) Bunun üzerine, 1598 Ağustos’unda Rumeli kazaskerliğinden ayrılarak kendi köşesine çekilen Bâkî, bir yıl sonra, Hoca Sâdeddîn Efendi’nin Ayasofya Camii’ndeki bir mevlide giderken ölmesi üzerine yeniden umutlanmıştır. Bu sefer de şeyhülislamlığa tayin edilmemiş; bu makama Sun’ullâh Efendi getirilmiştir.

Üst üste tayin ve aziller sebebiyle sinirleri iyice bozulan, büsbütün ümitsiz kalan ve aynı zamanda bir hayli yaşlanmış olan Bâkî, bu son hadise üzerine hastalanarak yatağa düşmüştür. 7 Kasım 1600 (H. 1008)’de, İstanbul’da, 74 yaşında vefat etmiştir.

Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed olmak üzere dört padişah dönemini yaşayan ve döneminde “Sultânü’ş-Şu’arâ” unvanını alan Bâkî’nin ölümü, İstanbul sanat çevresinde büyük üzüntüye sebep olmuştur. İstanbul’da büyük bir hadise hâlini alan Fatih Camii’ndeki cenaze törenine, görülmemiş bir kalabalık (devrin devlet büyükleri, vezirler, âlimler ve şairler) katılmıştır. Halk ve esnaf, işlerini güçlerini bırakarak; tezgâhlarını, dükkânlarını kapatarak Bâkî’ye karşı son vazifelerini yapmaya koşmuşlardır. Cenaze namazını, bizzat Şeyhülislam Sun’ullâh Efendi kıldırmış; kıldırırken, musalla taşı üzerindeki tabutun önünde kendini tutamayarak, gözyaşları arasında, şairin kendi akıbeti için, adeta bilerek söylediği şu beytini okumaktan kendisini alamamıştır:

Kadrüni seng-i musallâda bilüb ey Bâkî
Durub el bağlayalar karşuna yârân saf saf

Bu beyit, o tarihlerden itibaren artık gerilemeğe başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Bâkî’den sonra ölen Türk büyüklerinin pek çoğu hakkında hemen aynı esefle tekrar edilen ebedî bir söz hâlinde memleket lisanına yayılmış, halkın vicdanına yerleşmiştir. Bununla birlikte, bu dizelerdeki hakikatı ebedî kılan tılsım, onun sadece yerli güzelliğinden değil, belki bütün insanlık için doğru, beşerî bir söyleyiş olmasındandır. Bâkî’nin, aynı büyük kalabalık tarafından el üstünde götürülen tabutu, Edirnekapı dışında bir mezara gömülmüştür.

Bâkî merhum neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı bir şahsiyete sahiptir. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biridir. Bu itibarla bazen kırıcı olabilmiş, nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştür. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmiştir. “Bâkî bed / Bursa’ya red / Nefy-i ebed / Azm-i bülend” Türkçeden Türkçeye çevirmek gerekirse: “Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur.”

Fakat padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştır ve Bâkî merhum da bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulunmuştur:

N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî
Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî

Yine Türkçeden Türkçeye çevirecek olursak, şâir öncelikle kendine hitâben nasîhat ve tesellî makâmında şöyle demektedir: “Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki. Zira açıkca biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak? Bu isim benzerliği hatırlanmasa da muhatabın doğrudan padişah olacağı açıktır). Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma! Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.” Şairler Sultanı Bâkî nin fermanı tebellüğ ettiği anda irticâlen söylediği bu dört mısra birisi tarafından not edilip padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir.

Yine Kanunî ve Bâkî ile ilgili bir anekdot anlatacak olursak, hükümdarın şöyle söylediği rivayet edilir: “Kırk seneden fazla cihanı yönettik, sorsalar üç tane hayırlı işin nedir diye, ikisi devlet sırrıdır söyleyemem. Yalnız birisi şu Bâkî’yi millete kazandırmamdır.” diyerek ne kadar büyük bir şair olduğunu anlatmıştır.

Bâkî’nin en önemli zaafı mevki hırsıdır. Mevki hırsı, bütün hayatı boyunca, ihtiyar yaşlarında daha çok olmak üzere, sürmüştür. Mesleğinde ilerleyebilmek için her türlü imkânı değerlendirmiş, söylediği kasideleri ile padişahlara yaklaşmaya, padişahlara yakın devlet adamlarından yararlanmaya çalışmıştır.

Merhum Bâkî’nin şairliğine ve şiirine bi nazar edecek olursak; güçlü bir şair olmasında en büyük etken, hiç şüphesiz, kişisel yeteneğidir. Şöhreti genç yaşta Osmanlı ülkesinin dört bir yanına yayılan, kendisinden öncekileri ve çağdaşlarını gölgeleyen bu usta şairin başarısında, edebî kültürünün ve ilminin de büyük etkisi olmuştur. Bâkî, âlim ve zeki bir şairdir. Aynı zamanda Bâkî, Divan şiirinin bütün inceliklerini ve nazım tekniğini iyi bilen, Türkçemizi kullanmada usta ve yetenekli bir sanatkârdır. Bâkî’nin şiirlerinde, kendi dönemine kadar gelen Divan şairlerinin işlediklerinden farklı, orijinal bir felsefe yoktur. O, kendisinden önce gelmiş Türk ve İran şairlerinin ifade ettikleri fikirlerden, ruhuna uygun bulduklarını seçerek, ustaca işlemiştir. Bâkî, zevk ve sefaya, eğlenceye düşkün rint bir şairdir. Bâkî, gazellerinde işlediği dünyadan zevk almaya yönelik felsefesiyle, çağdaşı Fuzûlî’den ayrılır. O, Fuzûlî gibi derin ve büyük ıstırapların şairi olmak yerine, hayatın zevk ve eğlencelerine yönelmiş bir şiir ustasıdır. Nazım tekniği, Bâkî’nin elinde mükemmele ulaşmıştır. Aruza son derece hâkim olan bu usta sanatkâr, o devir şairlerinin düştüğü nazım sorunlarından kurtulmuştur. Bâkî, şiirin dış cephesini sağlamlaştırırken, iç yapıyı da ihmal etmemiş, orijinal hayal ve mazmunlarla mısralarını süslemiştir. Ona göre, şiir, tekniği sağlam ve zarif olmalıdır. Bâkî “mana (anlam)” ve “sada (ses)”yı birbirini tamamlayan unsurlar olarak görmüştür. Bâkî, şiirin dış mimarisi, özellikle ses unsuru üzerinde durmuştur. Şair, mısralarını kurarken kelimeleri ustaca seçmiş, bu hususta gayet titiz davranmıştır. Büyük ve mükemmel bir şair oluşunun tesiri kendisinden sonraki pek çok şairi etkilemiş ve yolundan gidenler kendisinden sonra “Bâkî Mektebi” olarak anılmıştır. Tanzimat ve Cumhuriyet devrine kadar etkisini sürdürmüş şiirlerine nice nazireler yazılmıştır.

Merhum şairin bazısı telif bazısı tercüme olan eserlerini sayacak olursak şunlardır: Bâkî Divanı, Me’âlimü’l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi’l-Mürselîn (“Gönderilmiş peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed’in huyunda gerçek bilgi” anlamına gelen eser, bir siyer kitabıdır.), Fezâ’ilü’l-Cihâd (Müslümanları cihada davet eden ve onlara savaş aşkı vermek için yazılmıştır.), Fezâ’il-i Mekke (Mekke tarihinden ve Osmanlı padişahlarının orada yaptırdığı eserlerden söz eder.), Hadîs-i Erba’în (Kırk Hadis) Tercümesi (Ebâ Eyyûb-i Ensârî tarafından rivayet edilen hadislerin kırkını toplayarak tercüme etmesi suretiyle bu eseri meydana getirdiğini söylemiştir.)

Yüksek bir medeniyetin en ihtişamlı döneminin padişahı şair, şairi sultan, mimarı Sinan, veziri Sokullu ve İbrahim Paşa gibi nice kabiliyetli zâttır ve bu devri muhteşem yapan işte tüm bu birlikteliktir. Mimar Sinan’ın taşla şiir yazdığı ve en önemli hükümdarlardan Kanunî’nin hayat sürdüğü bir iklimde, Bâkî’nin bir sultan edasıyla kelimelerle devasa eserler inşa etmesi ve kelimeleri yontması işte bu devrin şaheser oluş sebeplerindendir. Bu zâtların birer birer dâr-ı bekâya göç etmesi ile birlikte devlet gerilemeye başlamış ve eski ihtişamına bir daha erişememiştir.

İslâm medeniyetinin güzel bir yorumu olan Osmanlı yorumunu idrâk etmemiz ve ismini zikrettiğimiz tüm eşhasın dâr-ı bekâda rahmete kavuşması duası ile…

 

Merhum Bâkî’nin Beyitlerinden:

Dikkatler ile seyrederiz yari serapa
Görmez mi idik biz de eğer olsa vefası.
***
Gül gülse daim, ağlasa bülbül aceb değil,
Zira kimine ağla demişler, kimine gül.
***
Güzellerde vefa olmaz demek yanlış ey Baki,
Olur vallahi billahi hemen yalvarı görsünler.
***
Ezelden şâh-ı ‘aşkun bende-i fermânıyuz cânâ
Mahabbet mülkinün sultân-ı ‘âlî-şânıyuz cânâ
***
Bâkî müsellem oldu bana kişver-i suhan.
Geçtim serîr-i nazma bugün Husrevâne ben.
***
Kimi ayağın öpmeye sarkar kimi elün
Bâkiye besdür ey gül-i handân güler yüzün
***
Yusuf gibi izzette sen yâkub veş mihnette ben
Dil sâkin-i beyt-ül hazen tenhâlara saldın beni