-Sıdıka şu musluklu bidonla güğümü de al emi, unutma yavrum. Ortalık yerlerde de çok dolanma işini hallet de koş gel, daha dağ gibi iş var.

Oyalı yazmasını iki ucundan tutup kavuşturdu ensesindeki örüğün altından. Lastikleri ayağına geçirip başı yerde, güğümün kapağını vura vura yola düştü ve her vuruşu sayarak.
Mahalle başındaki çeşmeye varması on beş dakikayı ya buldu ya bulmadı. Öyle hızlı yürürdü ki kimsenin lastikleri onunkilerden çabuk yırtılmazdı. Hani bir ay, hiç geçmese iki ay sonra tabanlardan boy gösterirdi yün çoraplar.

Üç kız kardeştiler. Büyük ablasını köyün öğretmeni istemişti ısrarla. Öğretmendi, iyiydi, hoştu, sırtı devlet babaya dayalıydı. Lakin kızlarından ayrı olmayan anne:
“Yarın bir gün tayini çıkacak, Allah bilir hangi yedi dağın ardına götürecek kızımı, yok kurban olduğum yok ben çekemem hasret bunca senenden sonra” dese de en sonunda iki altın halkanın arasına düğümlenmiş kırmızı kurdele makasın kolları arasında ayrılıvermişti iki bucağa. Ve ana yüreğinin hissettiği gibi bir yılın sonunda karnındaki kızıyla İstanbul’un yolunu tutmuştu Fatma. Ana gibi yâr olmazdı ama yeri gelince başka yâr için diyar bile terk eylenmişti.
Küçük Hatice çok sevdiği öğretmeninin gitmesine mi yansaydı, ablasını yanında götürmesine mi yansaydı yoksa ablasının karnındaki kumasına mı?
Onun haberi gelene kadar “Hatçem yukarı Hatçem aşağı, baban sana pamuktan şeker almış Hatçem, “baban sana fırfırlı fistan almış Hatçem…”

Ama şimdi öyle mi? Daha kendisi gelmeyen bebeğin hediyeleri düzülüyordu.

Hem bu yaşta teyze mi olunurdu canım? Sıdıka olsundu teyze. Hem o daha yeni fişlere geçmişti. Sıdıka, liseyi de bitirmişti. Evlenecek kız olmuştu. Teyze olurdu ondan. Ama kendisine konduramıyordu ilkokulda teyze olmayı. Hani kuması(!) doğsa okuldaki kızlara caka satmayacak da değildi; “büyüdüm ben, teyze bile oldum” diye…

1. Bölüm Sonu