“Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla.”

Başlığı konulmuş merhum Cemil Meriç’in bir yazısına. Müslüman bireyler olarak İslâm’ı keşfetmeye, laf kalabalıklarının arasından sıyrılıp salt müslümanlığımızı yaşamaya, yine yeniden başladığımız güzel ve gelecek için umutlu zamanları yaşıyoruz. Bir nevi yıllar yıllar önce kaybettiğimiz bir şeyi aramak gibi, çok sonra da olsa Müslümanlar olarak asıl kimliğimizin peşine düşüyoruz. Nereye meyletsek eğreti duruyor, sırtımızı sonsuz güvenle yaslayacağımız sapasağlam bir dayanak arıyoruz. Şuuru arıyoruz. Her yerde, her vakitte. Bulabilene müjde!

“Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete.. Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.”

Böyle devam ediyor Cemil Meriç’in yazısı. Konumuza gelince, eline reçete tutuşturulanın hepimiz olduğunu görmekte ne kadar geç kaldığımızı da anlamış olacağız. Mesela ben ‘şeriat’ diyeceğim, bazıları ‘hafazanallah’ diyecek, en azından O’na sığınıyor olmamızın hala ortak bir payda olduğuna sevinmekle kalacağız, kimse de çıkıp o bilmiş tavrıyla sene olmuş 2016 siz hala ‘şeriat’ın ne demek olduğundan bîhabersiniz demeyecek. Çünkü bunu söyleyecek yanlarımızı törpületmiştik biz zaten zamanında. Fıkıh deyince anlaşılamayacağım mesela ama ‘İslâm hukuku’ dersem herkes mesajımı alacak. Çünkü biz tefekküre bolca mahal veren ıstılahlarımızı da kaybetmiştik zamanında. Yermek şu anki maksadımdan çok çok uzakta bir tavır olur, yermiyorum. Ahvalimizden küçük kesitler sunuyorum ve artık şu dilimizden düşürmediğimiz kayıp hazinenin peşine düşelim istiyorum. ‘Şuur’u bulalım ve bunca zamandır başkasının düşüncesiyle neler düşünmüşüz görelim istiyorum. En azından arayalım, kurtuluşumuzu kendi ellerimizle koymuş gibi bulacağımıza emin olarak arayalım!

İlkini yazıyor olduğum ve silsile halinde devam etmesini umduğumuz yazılarımda İslâm hukukunu incelemeyi, günümüz hukuku bize ne diyor, İslâm hukuku asırlar evvelinden ne demişti, bunu görmeyi ve Allah’ın kulunu ‘korkulacak’ bir şeyle mükellef kılmadığını açıklamak istiyoruz. Tefekkürümüz vuzuhla başlayacaksa madem, izah etmek istiyoruz. Doğru ne anlatmışsak onun izniyle, sehven yaptığımız hataların kendimizden olduğunu bilerek, her hayrın kapısını açan anahtarla: Bismillah.

İslâm hukuku dünyanın önemli kesimlerinde 13 yüzyıldan fazla uygulanmış, üzerine çokça düşünülmüş, Arapça, Türkçe ve diğer dillerde, hakkında binlerce eser yazılmış bir hukuk olmakla birlikte gerek yöntem, gerekse dil bakımından çağımız insanına istediğini vermediği düşüncesiyle nesillerin bu hukuka karşı ilgisi azalmış, bazı dindâr kesimlerde bile toplumun ihtiyaçlarına cevap vermediği düşüncesi hakim olmuştur.

Çağımızda nasıl toplumsal problemlerin kökenine inip doğruyu araştırmayı amaç edinmişsek, artık İslâm hukuku’nun da derinine inmeli, kaynaklardan ince ince süzerek nesi var nesi yoksa ortaya koymalıyız. Çünkü kulaktan dolma bilgilerle ve peşin hükümlerle yapılan eleştiriler ve bunlara yine bu üslupla verilecek cevaplar inandırıcı olmayacaktır.

Bu ve inşaallah devamında gelecek yazılarımızda elimizden geldiğince İslâm hukuku’nu, Hanefi mezhebini esas alarak inceleyecek, müctehidlerin farklı görüşlerine de yer vermeye çalışacağız.

Hukuk Terimi, Manası ve Kapsamı

İnsanla ilgili yapacağımız her okumada şu cümleyle lafız olarak olmasa da mâna olarak karşılaşırız: İnsan toplumsal bir varlıktır.

Evet,insan toplu yaşamaktan başka bir yaşam tahayyül edemez. Yani insan yalnız başına mutlu olmaya, etrafındaki güçlükleri yenmeye muktedir değildir. Vaziyet böyle olunca beraber yaşamak bazı kuralları da beraberinde getirmiştir. Çünkü toplu yaşamak faydalı bir şey olduğu gibi, bazı durumlara dikkat edilmez ise sıkıntılara da sebep olabilir. Şöyle ki her insan birbiriyle aynı değilse bu farklılık, iktisadi ve ictimai alanda da kendini gösterecek ve güçlünün zayıfı ezmesine sebebiyet verecek, bu durum da ancak belli kurallar çerçevesinde çözüme kavuşturulabilecektir.

Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olan, Arapça’dan türemiş bir kelimedir. Kısaca tarif edecek olursak; hukuk, insanın insanla, insanın devletle, devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar, kaideler bütünüdür. Bu, hukukun kesin tarifi olmamasıyla birlikte, hukuk nedir, sorusuna verilmiş somut ve kesin bir cevap da yoktur. Her âlim değişik cevaplarla karşımıza çıkmış hatta hukukun ilmî olarak varlığını inkar edenler de olmuştur.

Toplumu ve sosyal ilişkileri düzenleyen kurallardan bahsedecek olursak, bunları:

1- Hukuk kuralları
2- Ahlak kuralları
3- Din kuralları, olarak üç kısımda inceleyebiliriz.

Hukuk kuralları: Kısaca toplumu düzenleyen devlet müeyyidesiyle (yaptırım) müeyyidelendirilmiş kuralların bütünüdür. Yukarıda bahsettiğimiz güçlünün zayıfı ezmesi hususundaki adaletsizliği önleyebilecek en kuvvetli ve en önemli kaidelerin hukuk kuralları olduğu savunulmuştur.

Ahlak kuralları: Çoğu zaman hukuk, ahlak ve din kuralları iç içe geçmiş şekilde bulunurlar, haassaten cezâ hukukunda bu böyledir. Mesela insan öldürmek hem hukukî olarak cezalandırılmış hem de ahlâkî bakımdan kötü görülmüştür. O halde diyebiliriz ki ahlak kuralları toplumun ‘manevi’ yaptırımını gerektirmiş, bu kuralların dışına çıkanlar ise toplum tarafından hoş karşılanmamıştır. Kanun koyacaklar ise yine toplumun ahlakî unsurlarını göz önünde tutmalı, toplumun ahlak anlayışına uymayan kanunları topluma mâl ettirilmemelidir.

Din kuralları: Semavî dinlerin kitapları toplumu düzenleyen kurallarla çevrilidir. Böylece ilâhî dinler insanın insanla ve insanın Allah’la ilişkilerini tanzim eden hukuk sistemlerini ihtiva ederler.

Çeşitli ülkelerde kısmen veya tamamen uygulanan üç dini hukuk mevcuttur:

1- İslâm hukuku
2- Kilise Hukuku
3- Yahudi Hukuku

Yahudi hukukunun dayanakları tahrif edildiği için bu hukuk mükemmeliyetten uzaklaşmış, Tevrat ve onun açıklaması olan Talmud ve Kabbala’dan çıkarılan kurallar, tamamen hahamların koydukları kurallardan oluşmuştur. Eskiden beri tatbik edilmeye çalışılmışsa da bugünkü İsrail Devleti’nde daha çok mecelle uygulanmaktadır.

Kilise hukuku ise ruhban sınıfının meydana getirdiği bir hukuktur. Çünkü Ahd-i Cedid, uhrevi hayatı düzenlerken dünyevi meselelere çok az yer vermiştir. Papazlar ve râhipler, kilisenin Hristiyanlar üzerindeki otoritesi uğruna sert kurallardan oluşan bir hukuk oluşturmuşlardır. Kilise hukuku halen Vatikan’da mer’idir. (yürürlüktedir)

İslâm hukuku ise bundan sonraki yazılarımızda derinlemesine inceleyeceğimiz gibi (İnşaallah) 14 asır boyunca uygulanmış ve akla gelebilecek bütün hukukî konuların müctehidler tarafından müzakere edildiği bir hukuktur. Nazarî bir hukuk olmayıp uygulama değeri bulunan ve hâlen İslâm ülkelerinde kısmen de olsa uygulanan bir hukuktur. Şunu da söyleyelim ki İslâm hukuku, ana kaynaklarından ayrılmaksızın geliştirilirse ileriki asırların da ihtiyaçlarına cevap verecek alt yapıya sahiptir.

Pozitif hukuk, bir ülkede hâlen yürürlükte olan kuralları kapsarken, ideal hukuk yürürlüğe konması istenen ve arzulanan kuralları ifade eder. Yani ideal hukuk; akıl, mantık ve vicdanları tatmin eden, adaleti sağlayan, insan ve topluma uygun düşen kısacası özlenen adaleti gerçekleştirecek olan hukuktur.

Bugünkü hukuk sistemlerinin akla, mantığa uyma yönünde kendilerini geliştirmek zorunda oldukları aşikardır. İslâm hukuku penceresinden bakacak olursak, ilahî vahye dayanan bu hukukun ana prensipleri ideal hukukun ta kendisidir. Çünkü bahsettiğimiz sistem ezeli ve ebedi olup, eşyanın tabiatı ve insanoğlunun yaratılışına uygundur. İnsanın tabiatına, aklına, mantığına uyan prensiplerle, vahye dayanan aynı konudaki prensiplerin çatışması düşünülemez. Tüm kainatı yaratmış, olmuş ve olacakları bilen bir Yaratıcının maslahata aykırı, toplumu geriletici hükümler koymasını akl-ı selimin kabul etmemesi gerekir. Ancak tüm bunları anlamlandırabilmek için hükümlerin ana kaynaklardan çıkartılıp incelenmesi ve günümüz hukukçusunun idrakine sunulması gereklidir.